...
Başlık : Üç Çiçek
Yazar : Zeynep Koçer

15-16 yaşındaki insanlar için pek sevimsiz gelirdi ders konuları. Onun anlattıkları da pek iç açıcı konular değildi hani: Hastalıklar Bilgisi’ydi dersin adı. İnsanlık tarihi kadar eski sağaltım yöntemleri konusunda son yıllarda hemen herkes bir şeyler bilir olmuştu. Bu konularda her yazılanın çizilenin doğru olmadığını anlatmaya çalışırdı hep. Yine hiçte ilginç olmayan tedavi süreçleri, hasta bakımı, ilaçların verilme yöntemleri… O günkü dersin konusu da kayıtlar ve hasta bakımında kullanılan çizelgelerdi. Ne yapsaydı, ne yapsaydı da anlattıkları merak edilecek kadar ilginç hale gelseydi.

Yaşlı kadın dersin ilk dakikalarındaki selamlaşma faslından sonra yılların alışkanlığı ile beyaz parlak yazı tahtasına yöneldi. Hasta bakımında kayıt ve not almanın, çizelge kullanmanın öneminden bahseden sevimsiz cümlelerle başladı söze. Bir yandan tahtaya bir çizelge çizerken, öğrencilere sırtı dönük bir şekilde konuşuyordu. Biliyordu ki öğrencilerin bir kısmı, çoktan dersin bitmesine kaç dakika kaldığını hesaplamaya başlamıştı bile. Bir kısmı da dikkatini toplamaya çalışarak dinliyormuş gibi yapmak için çabalıyorlardı. En dirençliler her zamanki gibi başka şeylerle meşgullerdi. Sıraya yazı yazmalar, karşındakine mimikleri ile ya da ittirip kaktırarak bir şeyler anlatmalar, kâğıt katlayıp üzerine resim çizmeye çalışmalar… Ders dışındaki her şeyle amaçsızca uğraşmaya kararlı olanlardı bunlar.

Çizelgeyi hazırlayıp hızla öğrencilere döndü anlatma heveslisi kadın. Ses tonu ve vurgularına bakılırsa sanki bu dünyadaki en ilginç şeyden bahsediyordu. Bu kadar vasat bir konu için bu enerjiyi heba etmeye değer miydi? Bu coşkuyu görende suyun kaldırma kuvvetini ya da keşfediliş öyküsünü anlatıyor zannederdi. Kendisi de biliyordu aslında kimsenin aldırış etmediği konuları cilalayıp parlatarak güzelleştirmeye uğraşıp durduğunu.

27-28 kişilik sınıftan yalnızca 3-4 kişinin kendisini can kulağıyla dinlediği sırada kapı çaldı: kısa bir sessizlikten sonra elinde saksı çiçeğiyle bir delikanlı içeri girdi.
-Tülay Hanım siz misiniz?

Bu kadar genç kızı bir arada görünce elindeki kocaman saksı çiçeğinin arkasına saklanmaya çalışan çocuk, çokta anlaşılmayan bir şeyler daha söyledi. Ne söyledikleri ne de çiçekti kalabalığın ilgi odağı… Saksının arkasındaki suratı görmek isteyen gözler o yana bu yana devrilmeye başladı. Çocuğun, yukarıdan bastırıldığı için öne doğru kıvrılmış gibi duran gövdesi bacaklarından daha uzun gibiydi. Çiçeği bırakıp kaçmak istiyordu. Dersin öğretmeni ise ilginin derse odaklanması için hala çabalıyordu. Yaşlı kadın çaresizdi: Hepsi aynı anda kapıya, çiçeğe, yok yok çocuğa bakan bu kadar gözü kendine doğru çevirmeyi bir başarsaydı. Aniden şu kelimeler döküldü ağzından:

-Çocuğum bu çiçek bana gelmiş olamaz. Şimdiye kadar bana hiç çiçek gönderen olmadı, bu saatten sonra da olmaz artık. Kızlar gülüştü.
Birden, saksıdaki çiçekler kadar kızarmış çocuğun üzerindeki ısrarcı bakışlar yaşlı kadına yöneldi. Gözler de, yüzler de gülüyordu. Herkes bundan sonraki cümleyi merak ediyordu. Bu kadar meraklı bakışları görünce, tamam tamam dedi içinden; bu anı yakalamalı, hiç bırakmamalı, bu gözler başlar yeniden başka taraflara bakmaya çalışmamalıydı. Anlık bir sessizlik sonrası bir hamle daha yaptı kadın.

Bu kadar çiçekten, gülden bahsederek topladığı ilgi ve dikkatin yeniden dağılmasını istemiyordu. Kendine yönelmiş bakışların hakkını vermek istedi. Hemen çiçek ile gül ile ilgili bir şeyler geldi aklına. Hiç çiçek hediye almadığı doğru değildi aslında. Gözlerinin önünden bir kelebek gibi geçti ilk kırmızı gülü aldığı zamanki duyguları ve yaptıkları… Yalnızca aklından geçti. Çünkü bunlar onun özeliydi derste anlatamazdı. Bu arada kapıya döndü saksıyla bekleyen çocuğa:
-Genç arkadaş, aşağıda öğrenci işlerinde de bir Tülay hanım daha var. Bir de ona sor bakalım.

İLK KIRMIZI GÜL

Üniversite yıllarıydı. Ev arkadaşları sayesinde tanıştığı birkaç erkek öğrenci ile görüşüyorlardı. Bazen evde sohbet ediyor, bazen müzik dinlemeye gidiyor ya da parklarda oturuyorlardı. Çocuğun ona olan ilgisini okey oynarken fark etmişti. Hep kendisiyle eş oluyor, bir yolunu bulup gizlice okeyi ona gönderiyordu. Bazen çekirdek poşetinde bazen ders kitabının altında bir şekilde ulaştırmaya çalışıyordu. Tuhaf bir burnu vardı. Yüzüne sonradan eklenmiş gibi izlenimini veren ve üçgen piramidi andıran kocaman burunlu çocuğun başka tuhaflıkları da vardı. Burnundan flüt çalıyordu. Elektrik düzeneği ile sesli şakalar yapıyor, kamera şakası gibi önce korkutan sonradan güldüren numaralar çekiyordu. Armuda benzeyen kafası ve piramitten bir burnu olsa da birilerinin kendisiyle ilgilenmesi hoşuna gidiyordu. Ama anlamazlıktan gelerek o yaşlardaki bütün diğer kızlar gibi bu çirkin çocuğun ilgisini ifade etmesini bekledi. Boşuna bekledi. Bu sözleri hiç duymadı.

Bu çirkin çocuk, bir gün parktaki gitarlı müzikli sohbet sonrası elinde beklettiği kırmızı gülü genç kıza vermeyi başardı. Bir gülün nasıl taşınacağı konusunda epey deneyimsiz olan kız, gülün sapını sırt çantasına gül dışarıda kalacak şekilde yerleştirdi. Eve geldiklerinde gülün sapından kopmak üzere olduğunu gördü. Hiç kimseden aşk dolu sözler işitmeyen kız can çekişen gülü geçte olsa koruyup kollamak istedi. Eve girer girmez mutfaktan bir çay bardağı aldı. Ağzına kadar su doldurduktan sonra eline bir kâğıt parçası aldı ve dörde katladı. Katlanma noktasına bir çentik attı. Sonra tekrar açıp, bardağın üstüne önce ortası delik kâğıdı, sonra gülü yerleştirdi. Kendisine, zaman zaman ‘’benimle de birisi ilgilendi’’ diyebilmek için gülü bir hafta yaşatmayı başardı.

İKİNCİ GÜL

Okul bitti. Sağlık eğitim fakültesini hastanede çalışma yılları takip etti. Geceleri hastanede çalışıp gündüzleri uyuduğu için aşk ve sevgi öznesi olmadı. Yalnızca gündüzleri uyuduğu için değildi belki de. Yaşamında babasından başka erkek olmamıştı. Kız okullarında erkeklerle nasıl konuşulur, nasıl gülünür bilmiyordu. Hastanede çalışmak ilk zamanlar onu mutlu etmişti. Çok değişik vakalar her yaştan insanlar, ne yapacaklarını nasıl yapacaklarını soruyor, can kulağı ile cevabını dinliyorlardı. İnsanların hayatına dokunmak, pek çok kişinin bilmediklerini bilmek, yapamadıklarını yapmak, ne için yapıldığını anlatmak onu mutlu ediyordu…

Kış mevsiminin sisli puslu güneşsiz kısacık günleri bitmiş geceden çıkan sabahın ilk saatlerindeki gibi aydınlık bahar günleri gelmişti. Eşyası kaldırılmış kirli paslı evler gibi yalnızca ağaç dallarının görüldüğü bomboş yollar, küçük küçük yeşeren yapraklarla yeniden canlanmıştı. Hastanelerin gündüzleri bile yapay aydınlatılan koridorlarında bunu fark etmek pek mümkün olmasa da dışarıdan gelenlerle bahar kokusu içeriye bir şekilde sızıyordu.

Karaciğer nakli olmuş Osman servisin ve başhekimin göz bebeğiydi. Basının ve o yıllardaki birkaç televizyon kanalının da ilgi odağıydı. Yeni yeni yapılmaya başlanan karaciğer nakillerini ve organ bağışını gündemde tutmak için nakil öncesi ve sonrası hasta ile tedavi ekibiyle röportaj için gelenler oluyordu. Hastalıktan da olsa ilgi odağı olmanın buruk memnuniyeti gözlerindeki çaresiz ama gülümseyen gözlerinden anlaşılıyordu.

Aydınlık ve çiçek kokulu, bahar günleri hızla ilerliyordu. Mayısın ikinci haftasında 12 Mayıs hemşireler günü Osman’ın ablası tarafından unutulmamış gündüzden hemşirelere birer gül verilmişti. Bütün gün telaş ve koşturmacadan bir kenara atılmış birkaç gül sahibinin göstereceği ilgi ve şefkat için sabırla bekliyordu. Akşamüzeri gidenler güllerini aldılar. Gece nöbetçilerinin birkaç gülü, masada birkaç yudum alınıp bırakılmış çay bardaklarının yanında dağınıklığın ve koşuşturmanın bir parçası olmuştu.

Nöbete gelen genç hemşire o gün Osman’a merkezi bir toplardamardan serum ve besleyici özel sıvılar takabilmek için yapılacak özel bir girişim için malzeme ve ortam hazırlıyordu.

Hastalığı nedeniyle kirli sarı kararmış bir yüzün içinden yeşile çalan sararmış gözler, doktor ve hemşireyi izliyordu. Son günlerdi sürekli kusması sarardıkça sararması her şeyin yolunda gitmediğini hissettiriyordu.

Ana toplardamara özel girişim yapıldı. Süt gibi bembeyaz özel beslenme serumu takıldı. Kısa süre sonra Osman’ın sıkıntısı arttı. Tetkikler, röntgen filmleri, ultrason ve diğer gerekenler yapıldı. Sık sık hayati bulgulara bakıldı; nabzı sayıldı, tansiyonu ölçüldü, solunumun sayı ve derinliği gözlenip nöbetçi hemşire tarafından kayıt edildi. Değişiklikler nöbetçi doktora hemen iletiliyordu. Ancak Osman’ın genel durumu gittikçe kötüleşti, sarı yeşil gözleriyle hayata tutunmak için konuşmadan yardım istiyordu. Bir iki saat sonra ‘’nefes alamıyorum hemşire abla!’’ diye çırpınmaya başladı. Sonra, yine bir çığlık! Osman önce kısa bir kasılma nöbeti geçirdi. Sonra bilinci bir daha açılmamak üzere kapandı. Yeniden doktorlar, yeniden koşuşturmalar…

Bir yanda oksijen veriliyor bir yandan yeni bir damar yolu açılıyordu. Son gelen doktor ordusundan bir kaçı seri bir şekilde kapalı göğüs tüpü taktılar. Akciğeri saran zarlar arasındaki birikmiş hava ya da sıvıyı almak ve Osman’ı rahatlatmak için yapılan bu girişim sonrası birden denizlerin binlerce metre altından, petrol bulunmuş gibi bembeyaz bir sıvı fışkırarak doluyordu. Girişimi yapan doktor bir yandan da bağırıyordu : ‘’Arkadaşlar bu zamana kadar neler yapıldı? Hemşire gözlem kâğıdı nerde? Hastanın genel durumundaki değişiklikler kaydedilmedi mi? Doktora ne zaman haber verildi?’’

Kayıtlar gösterildi. Koşuşturmaca birkaç saat daha sürdü. Yeni girişimler, yeni malzemeler, başka birimden getirilen özel cihazlar…

Osman kurtarılamadı. Gece 23’te bitmesi gereken nöbet sabah ikide bitti. O saatte biten sonrası eve yürüyerek gitmesi imkânsız olan genç hemşire kara kara düşünmeye başlamıştı ki, başhekim güvenlik görevlisine telefon etti: ‘’Oğlum Tülay’ı eve bırakın.’’

Genç kız yine bir çanta ve kırmızı bir gülle çıktı yola. Bu kez korumak istedi, gülü aldı eline… Hastaneden birkaç adım atıp sokağı dönünce genç bir erkek ve genç bir kız elinde kırmızı bir gül, bu kez gülün aşkla meşkle ilgisi yoktu ama öyle anlaşılabilirdi. Gülün ömrü Osman’ınınki kadar kısa olmuştu.

‘’İşte’’ dedi yaşlı kadın ‘’Ben o gece hemşire gözlem kaydına zamanında yapılan her şeyi kayıt etmesiydim Osman’ın hayata tutunma çabalarına verdiğim desteği kanıtlayamazdım.’’

Epeydir donmuş kalmış bakışlar yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Sonrasında Osman’a ne olduğu neden kurtarılamadığı karaciğer nakli ile devam eden ders, kulakları sağır eden oynak bir melodi ile sonlanmıştı.

ÜÇÜNCÜ GÜL

Üçüncü gülü anlatmaya vakti yetmedi öğretmenin. Zamanı olsa da anlatmayacaktı. Çünkü ona gelmiş sayılmazdı. Kadınlar gününde gece geç saatlerde gelen kocası getirmişti. Çocukların ‘’Anne, babam sana bir demet gül almış, baksan!’’ diye bağrışlarına aldırış etmedi kadın. Ama bir anlam da verememişti. Aslına bakılırsa yıllarca kocası tarafından hatırlanmamış doğum günlerine üzülmemişti. Evliliğinin ilk yıllarında çoğu kadın gibi o da özel günlerde hatırlanmayı beklemişti. Sonra da anlamıştı ki kocasının özel gün kültürü yoktu. O zaman nereden gelmişti bu güller. Birisi eline mi tutuşturuvermişti? Yoksa başka birine mi alınmıştı? İyi de bu adam başkasına da gül almayı ya da vermeyi de akıl edemezdi…

Gece gelen bir demet gülün kısa bir araştırma ile esrarı çözülmüştü: Sağanak yağmurlu Mart akşamında iş arabasıyla yollardaydı kocası. Geç saatlere kadar gül satan yaşlı kadına acıyan kocası bir demet gül alıp ona yardım etmek istemişti… Kadına gelen ve sonrasında hafızasından çıkan bu güller ilgi, saygı ve merhametten gelmişti kadının gözü önüne. Hâlbuki sevgiden gelen bir gül olsaydı önüne gelen, ne çok sevinirdi, bu haliyle bile…

 

Sayfa : 14