...
Başlık : “YAZMAK, BİR İNANDIRMA BECERİSİDİR”
Yazar : Aslı Zorba

Edebiyata olan ilginiz ne zaman başladı?

Biraz uzun yanıt vereceğim bu soruya. İlkokuldayken -aklımda yanlış kalmadıysa- Nisan ayında okuma bayramı yapılırdı. Okumayı birinci sınıfın ikinci döneminde “sökerdik” sonra da bayram yapardık. O okuma bayramından söz edeceğim biraz, sorunuzun yanıtı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum. İlkokul birinci sınıftayız. Fıstık çamlarıyla dolu, güzel bir bahçesi vardı okulumuzun. Okumayı söktüğümüzün en cafcaflı göstergesi olan kırmızı kurdeleler göğsümüzde, bahçede çamların altında bekliyoruz. Sıram geldi. Elime tutuşturulan kitaptan masal okumaya başladım. Virgül olan yerlerde yarım nefes, noktadan sonra tam nefes alarak, soru cümlesi varsa sesimi ona uygun tonlayıp tüm yazım kurallarını okumamın içinde göstermeye gayret ederek okumayı tamamladım. Çok güzel okuduğumu düşünüyordum. Beni birinci seçmeyecekler de kimi seçeceklerdi? Benden sonraki arkadaşım o kadar hızlı okudu ki tek kelime anlamadım. Yazık, diye düşünüyorum, niye böyle yaptı ki? Sınıfta başarı seviyemiz birbirine de yakındır, daha güzel okuyabilirdi diyorum içimden. Yarışmanın sonucu duyuruldu, lorolorolop diye bir solukta okuyan arkadaşım birinci oldu. Hayatımdaki ilk hayal kırıklığımdır. İnanamadım. Bu kadar kötü okumayla nasıl birinci oldu o arkadaş? Öğretmenler görmedi mi, duymadı mı kötü okuduğunu?

Meğer belli bir süre içinde örneğin bir dakikada kim sayıca fazla kelime okursa yarışmanın kazananı o olacakmış. Benim bundan haberim yok, kimse söylemedi. Sonra öğrendim. Yarışmanın en önemli kuralı açıkça anlatılmamış sınıfta. Anlatıldıysa da duymamışım diyeceğim fakat dikkatli ve çalışkan bir çocuktum, “en hızlı okuyan yarışmayı kazanır” denseydi aklımda tutardım mutlaka. Beş kardeşin en küçüğüyüm, yaşı benim yaşıma yakın olan ağabeyim beşinci sınıfta,   o bana yol gösteriyor. Kendi ne kadar yol biliyorsa… Evde de kimsenin “ders çalış” falan demesine gerek yok, verilen her ödevi yapıyorum zaten. Okulda olanları eve gelip anlatacak, ağlayıp anneme babama şikâyet edecek halim yok, şikâyet etsem, onlar da -bugün velilerin çoğunluğunun yaptığı gibi- “vay, benim evladımı nasıl üzersiniz?” diye okul kapısına dayanacak değiller. Arada kaynadı gitti okuma bayramındaki hayal kırıklığım. Ayrıca o yıllarda kasabamızda çocukluk, herhangi bir şeyi dert etmeye fırsat bırakamayacak kadar renkli ve güzeldi. Haksızlığa uğradığımı düşünmüştüm ama çabuk unuttum. Okumayı yazmayı öğrenmekle beraber farklı bir dünya açılmıştı zaten önümde. Şiirler, masallar yazmaya başladım. Az önce anlattığım okuma bayramındaki kaybettiğim yarış, benim edebiyata başladığım andı. Ya da şöyle söyleyeyim, edebiyatın bende başlamasıydı. Yazım kurallarına çocuk aklımla verdiğim önem, “söz”ün anlaşılır biçimde yazılıp okunması isteğim, bir şeyleri güzel anlatma çabasına götürdü beni. Hep bir şeyler yazdım sonra...

Neden öykü?

Çocukluğumda masalla, şiirle başlamıştım yazmaya. Yolun sonrası öyküyle devam etti. Öykü şiire daha yakındır, geçişim kolay ve kendiliğinden oldu diyebilirim. Özellikle seçmedim. Öykünün nispeten daha kısa zamanda ve daha kolayca yazıldığı düşünülür ama öyle değil,  ince ince işlenmiş, fazlalıklarından arındırılmış bir tür öykü. Fazla tek bir sözcüğe tahammülü yoktur. Öykü, her şeyi değil ama çok şeyi, az sözcükle anlatma çabasındadır her zaman. İnce işçiliği yorucudur öykünün. Seviyorum bu yorgunluğu. Bu yüzden öykü…

Sizce yazmak belirli bir disiplin ya da rutin ister mi? Yoksa ilhamla eş zamanlı mı işler?

Yazmak belli bir disiplin gerektiriyor elbette ve ilhamla desteklendiğinde verimli olur. Disiplin, yazma alışkanlığı kazandırır; yazma eylemiyle aranıza soğukluk girmesine engel olur. Kalem işlekliği sağlar. Disiplinin içerisindeyken özgür değilsiniz. Bir şeyler yazmalıyım diye oturduğunuz masa, sandalye sizi sınırlar; yazmak üzere önünüze koyduğunuz kalem, kâğıt ya da bilgisayar –artık nasıl ve ne şekilde yazıyorsanız- bütün bunlar ilham gelene kadar sizi esir almıştır. İlham geldikten sonrasıysa büyük bir özgürlüktür. Uça uça yazarsınız. Artık o soğuk ve buyurgan disiplin bile katılığından, esnemezliğinden utanır. Rutine gelince, rutin aynılıktır, alışılagelmişin yine alışık biçimde tekrarıdır. Yaratıcılığı beslemez diye düşünüyorum. Tekdüzeliği barındırıyor içinde sanki rutin. Tekdüzeliğin olduğu yere ilham uğramaz kolay kolay. Ama yazmak alışkanlığının devamına faydası vardır. İlham ve sonra disiplini önceliyorum diyebilirim. Ben pek disiplinli olamasam da disiplinsiz üretim olmayacağı görüşündeyim. İlham gelmişse öyle bir tempoda yazarım ki disiplin kendini yetersiz bulabilir.

Öykülerinizde sıradan olayları çok güçlü bir dil ve betimlemelerle anlatıyorsunuz. İnsanda yaşanmışlık hissi bırakıyor. Kurgularınızı oluştururken yaşanmışlıklardan ne ölçüde etkilenip öykülerinizde yer veriyorsunuz?

Yazmak,bir inandırma becerisidir bence.Yazılanların metinde anlatıldığı gibi cereyan ettiğine, o olayların birebir yaşandığına inandırma becerisi. Roman ya da öykü kahramanlarının gerçekte var olduklarına okuru inandırma becerisi. Bu sorunuza öykülerimden iki ayrı alıntı ile yanıt vermek isterim:

“Yazar yalanlar söyler. Gerçeği alır, sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır, paramparça eder, parçaları kafasına göre birleştirir, kendi gerçeğini yaratır. İnandırır. İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.”

“Çilekeştir yazar; yazıp bitirince çilesi bitmiş olmaz, başka biçimde yeniden başlar. Bazen bundan sonra ne yazacağını düşüneceğine, yazmış olduklarının hesabını vermek zorunda kalır. “Onu yazmaya götüren süreç, gerçekte yaşadıklarının izdüşümü müdür; yoksa hayatındaki olumsuzlukların, mutlu geçmediği varsayılan çocukluğun, gençliğindeki düş kırıklıklarının, içine düştüğü çalkantıların bilinçaltında yarattığı karmaşa mıdır?” Yazmak dürtüsünün rahatsız edici ama güzel bir yanı olduğunu, yazmadıkça huzur bulamadığını nasıl anlatsın şimdi? Bazı okurlar ise onun yazdıklarının kendi hayatlarından (ç)alıntı olduğunda ısrarlıdır. “Yazar beni anlatmış” derler. Yazılan her öykü, hırsızlama hayatlarımızdan biri değil midir zaten? Ayrıca herkesin hayatı, bir roman değil midir? (Hayatımıyazsamromanolur’culara bir sözü var burada yazarın: “Hadi durmayın, siz de yazın o zaman!”)

Öykülerinizde okuyucuya hayata dair mesajlar vermeyi amaçlıyor musunuz?

Doğrudan şu veya bu mesajı vermek için yazdım, yazıyorum diyemem. Anlatma isteği, anlatmasam olmaz duygusu, benim bunu mutlaka yazmam gerekir düşüncesidir beni harekete geçiren. Bir mesaj verme kaygısı gütmedim hiç. Mesaj verme kaygısıyla yazmak, yazan kişiyi sınırlar, hareket alanını daraltır, yazarken gereken özgürlüğüne halel getirir. Okuyan yazdıklarımın içinden bir mesaj çıkarıyorsa onun hayatının herhangi bir anındaki beklentisine denk düşmüştür cümlelerim.

Çocuk kitaplarında durum biraz farklı tabii ki... İyilikten, güzellikten, iyi bir dünya yaratmaktan; insan, doğa ve hayvan sevgisinden, barıştan yana metinler kurgulamayı tercih ediyorum.

Sanatın pek çok dalında olduğu gibi edebiyatta da bir usta-çırak ilişkisi mevcut bana göre. Bu kimi zaman birebir çalıştığınız biri oluyor kimi zaman eserlerini beğenip etkilendiğiniz biri. Sizin etkilendiğiniz ya da yazmaya başlamanızda etken olan isim/isimler var mı?

Yazmaya başlamama etken okuma ve yazmayı öğrenmiş olmamdı esasen çünkü kendimi bildim bileli yazma isteği içinde oldum hep. Babamın babası, dedem de şairmiş. Ben dedemi hiç tanımadım ama ondan çok etkilendim. Türkçe ve Gürcüce şiirler yazarmış. Eski harflerle tuttuğu şiir defteri kayıptır, bir arkadaşına vermiş okuması için. Arkadaşı vefat edince defterin akıbetini öğrenemedik, sonra da unutuldu. Halamın ezberinden benim ezberime aktarılan iki Gürcüce şiir dışında ailemizde bir zamanlar bir şairin yaşadığına dair kanıtım yok. 

Bir de benim doğduğum kasabanın her yönden girişinde birer tabela vardır ve onlarda şöyle yazar:
          “Ben Gönen’de Doğdum”
                        (1884-1920)
                     Ömer Seyfettin

Girişinde yazan bu tabela yüzünden biz, Gönen’in sıra dışı bir yer olduğuna inandık; olağanüstü bir kasabada doğduğumuz için şanslı olduğumuzu düşündük hep. Bir yazarın adıyla anılan kasabada  bir şairin torunu olarak doğmuş olmak ve masallarla, şiirlerle haşır neşir olmak önüne bir hedef koyuyor insanın: Yazar olmak.

Buna hem kendim inanmışım hem de etrafımı inandırmışım galiba. Ortaokul Türkçe öğretmenim Hüseyin Kantarcıoğlu -nurlar içinde yatsın- hatıra defterime şu cümleleri yazmıştı:  “Bak kızım, topluma her dalda çıkan öğrenci verdim. Bir tek senin ilkokuldan beri getirdiğin düşüncedeki hariç… İlk okuyucuların arasında olma isteğiyle sana yaşam boyu mutluluklar dilerim.”  Okuyunca sevinçten ağladığımı hatırlıyorum. Daha sonraya geleyim. Kasabadaki kütüphanede okunmamış kitap bırakmayan çocuk olarak tüm yazarlardan etkilendim elbette. Her yazardan bir şeyler öğrendim, etkilendim. Ama sorunuza dönersek, eserlerini beğenip etkilendiğim, yazı diline hayranlığın da ötesinde vurgun olduğum Ayla Kutlu’yu bambaşka bir yere koyarım.

 Beğendiğiniz genç öykücüler kimler?

Çok güzel eserler ortaya koyan çok sayıda genç öykücü var ve ben tümünü okuyamadığımı itiraf edeyim. Bu durumda isim vermem doğru olmaz diye düşünüyorum.

Son dönemde edebiyat dergilerinin popülaritesi arttı. Gerek basılı gerek görsel çok sayıda dergi var. Takip ettiğiniz dergiler var mı? Ve bu dergilerde öyküye yeterince yer verildiğini düşünüyor musunuz?

Takip ettiğim dergilerin en az 15-20 yıllık mazisi var. Yenilerin tamamına hakim değilim. Sizin de değindiğiniz gibi gerek basılı gerek görsel çok sayıda dergi var, tümünü takip etmekte zorlanıyorum.

Eskiden bir yazarın kitabının basılabilmesi için gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları referans olarak kabul görürmüş. Bir nevi okul gibiymiş bu mecralar. Buna katılıyor musunuz? Sizce bu durum hâlâ mevcut mu?

Eskiden evet, öyleydi. Belli bir aşama gözetilirdi. Birinin kitabı yayımlanacaksa onun dergi ve gazetelerdeki yazıları, yeteneğini ve yeterliğini gösteren belgeler yerine geçerdi. Her dönemin kendine özgü koşulları oluyor. Yaklaşık 20 yıldır da yazı atölyeleri, yazma seminerleri yapılmaya başlandı. Ben de 2000’li yılların başında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazeteci Vakfı’nın yazma seminerlerine katılmıştım. Yazma cesaretini, yazdıklarımı yayımlama cesaretini orada edindim diyebilirim. Özellikle Ankara için söylüyorum, bu seminerlerde bir araya gelenlerin sonradan çalışmalarını okuma grupları şeklinde devam ettirdikleri, dergi çıkardıkları, yazınsal birliktelik oluşturdukları görüldü. Kısacası her dönemde, o dönemin koşullarına uygun mecralar ortaya çıkmıştır. Edebiyatla ilgili faaliyetlerde bulunmak için bir araya gelmenin türlü yolları oluştu. Bu çalışmalardan edinilen bilgiler, birikimler, kişisel yetenekle birleşti, kitap oylumunda çalışmalar çıktı ortaya. Bu çalışmaların sahipleri de ürünlerini yayımlatmak için farklı mecralardan yararlandılar.

Sosyal medyada ciddi bir yazı kirliliği var. Klavyenin başına geçen, iki yazı yazan herkes kendini yazar olarak tanımlıyor ve kitap bastırıyor. Edebiyatın gelişimi açısından bu durumu nasıl yorumlarsınız?

Yazı kirliliği var, doğru. O yazıların edebiyatla ilgisi olup olmadığı tartışılır. Arabesk şarkı sözü gibi alt alta dizilmiş cümlelerin, birilerine nispet yapma ya da had bildirme amacı güden sözlerin, aforizmaların Can Yücel’e, Cemal Süreya’ya ait şiir diye dolaştırıldığı ortamda, yazı ve bilgi kirliliği olması doğaldır. Bellekte kalıcı olmuyor o yazılar, o cümleler. Okuyan kişinin o anki durumuna karşılık geliyorsa dikkat çekiyor, o kadar. O cümlenin işaret ettiği durum geçtiği anda ya da okuyan kişi bir sonraki sayfaya, bir sonraki paylaşıma geçtiği anda unutulup gidiyor o büyük aforizmalar.  “Kullan at cümleler” ile yapılan şey edebiyat olmaz. Edebiyata bir etkisi olabilir mi? Has edebiyata ulaşılmasını biraz geciktirir, o kadar. Çünkü bunlar hep vardı, şimdi sosyal medya sayesinde daha çok görünür oldu. “İki yazı yazarak kendine yazar diyen”ler de hep vardı, bundan sonra da var olacak. Çok olumsuz bakmıyorum ben buna. İyinin yanında kötü, vasat, yetersiz olan barınamaz. Ayıklanma kendiliğinden gerçekleşir. Yeter ki edebiyat adına iyi örnekler ortaya çıksın, nitelikli eserler yayımlansın.

Günümüzde kitap bastırmanın kolaylaştığı görüşünüze katılıyorum ben de. Ücreti karşılığında her türlü metin yayımlanıyor. Editörlük ve yayıncılık hizmeti veren internet siteleri de mevcut. Kolaylaştı kitap bastırmak. Parada anlaşırsınız, kitabınız yayımlanır. Bu şekilde basılan kitapların dağıtımda kendine yer bulması, geniş kitlelere ulaşması pek söz konusu olamıyor diye biliyorum. Ama kitapta yazar olarak adı geçen kişiye bir sosyal tatmin sağlar. Bu durum edebiyatın gelişimi açısından olumlu bir etki yaratır mı? Zaman gösterecek bunu. Çünkü her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da içinde bulunduğumuz dönemi tamamıyla yansıtan bir ortam söz konusudur. Nereye doğru evrileceğini hep beraber göreceğiz. Okura çok iş düşüyor burada, seçici olup iyi metinlerden yana tercihini kullandığında, iyi yazarlardan yana tavır aldığında edebiyat da kazançlı çıkacaktır bu süreçten.

 “Göç ve Kadın” desem?

Öyle bir konuya girdiniz ki saatlerce konuşabilir, sayfalarca yazabilirim bunun hakkında. Çok uzatmadan ve sadece bir yönüyle yanıt vermeye çalışayım. Göçün kadınlarda, çocuklarda ve erkeklerde yarattığı etkiler farklıdır. Fiziksel acı ve ağırlığı taşımanın dışında göçle gelen kadın, kültürün ve geleneklerin de taşıyıcısıdır.  Başka bir geçmişe, başka kültürel özelliklere sahip bireylerin “geldiği” yerde tutunabilme çabaları devam ederken mazi ile aralarındaki köprünün de sağlam kalabilmesi, en çok kadınların gayretiyle gerçekleşiyor. Göçün olumsuzluklarını burada anlatmaya gerek yok. Göçlerin kadını daha fazla çaba göstermeye, daha fazla üretmeye zorladığı muhakkak… Ne yapıyorsa iki kat fazlasını yapmaya mecbur kalıyor kadın. Hem geldiği yere sağlam tutunacak hem de geçmişi aktaracak çünkü. Kadındaki anlatma isteğini arttırıyor göç. Kadınla beraber göç eden ninniler var, türküler, ağıtlar, masallar, meseller, deyimler var. Koskoca bir dil olgusu var. Sözel aktarımlar ağırlıklı olarak kadınla geçiyor kuşaktan kuşağa. 

Türkiye’de kadın olmak” desem?

Umutlu, aydınlık, parlak sözler söyleyemiyorum ne yazık ki… Hep tetikte olma halidir Türkiye’de kadın olmak. Türkiye’de kadın olmak, tek bir duruma indirgenemez; arka arkaya yüzlerce binlerce ihtimali düşünüp hesaplayarak yaşamaktır. Türkiye’de insan olmak zor aslında, kadın olmak ise her koşulda zoru başarmaktır.

Peki “Türkiye’de kadın edebiyatçı olmak.” desem?

Edebiyatçıya bir cinsiyet atfederek ayrımcılık yapmak istemem. Ancak her ne kadar edebiyat, erkek ve kadın yazarların eşit olarak bulunduğu bir alan da olsa kadın yazarların bu alanda yer alma süreçleri daha yorucu oluyor. Yazar yaşadığı çağın tanığıdır, tanığı olmak zorundadır bir anlamda. Kadın haklarındaki eksiklikler, kadına bakıştaki yanlışlıklar, kadın hareketinin karşılaştığı engeller; bütün bunlar yaşadığımız bir gerçekliktir ve kadın yazarın kalemine daha çok yansıyacaktır. Türkiye’de insan olmak çok zorken, kadın olmak ve kadın edebiyatçı olmak gerçekten yıpratıcıdır. Ama bir öyküyü bitirdiğinde ya da bir şiiri tam gönlüne göre çevirip tamamladığında aldığın keyfin de ölçüsü yoktur.

Pavyon Öyküleri derlemesine nasıl dahil oldunuz? Pavyonlar hakkında yazma fikri ilk ortaya çıktığında ne düşündünüz?

Kitabın editörü olan arkadaşım Süreyya Köle bir ortak çalışma hazırladığını belirterek “pavyon öyküleri yazıyoruz, senden de bir öykü istiyorum” demişti bana.  Konusu pavyon olan, mekânı pavyon olan taslak halinde birkaç öyküm vardı. Süreyya bir öykü isteyince yazdığım taslaklardan birini geliştirip tamamladım. Erkeklere göre kurgulanmış bir eğlence biçiminin, bir “kültürün” farklı pencerelerden kadınlar tarafından anlatılması ilginç olacaktı. Toplumun her kesimi tarafından merak edilen değişik bir ortam pavyon… Bile bile büyük yalanların içine düşülen yerler. Orada bulunan herkes olan bitenin bir yanılsama olduğunun farkında ama hiç kimse o yanılsamanın parçası olmaktan rahatsız değil. Her şey yalanlar üzerine kurulmuş ama zaten kimse gerçeğin peşinde değil. Toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğü apaçık ortada… Bir tek bu konuda yalan yok pavyonda… Her şeyin iki ya da daha fazla yüzü, herkesin de en az iki yüzü var. Biri pavyon içindeyken diğeri pavyon dışındaki hayatı devam ettirirken… Erkeklere ait bir dünyanın kadınlar tarafından yazılmış öykülerle anlatılması merak uyandırdı, ilginç bir kitap oldu. 

Pavyon Öyküleri kitabında kaleme aldığınız öykünün kurgusunu hazırlarken neyi temel aldınız?

Az önce taslaklarım vardı demiştim. Aklıma eseni yazdığım dağınık notlarım var. Bir öyküye başlamış, yarım bırakmışımdır. Cümleler, taslaklar not etmişimdir. Onlardan yararlanırım. Belli bir konuda yazacaksam, önce notlarıma bakarım, yararlanabileceğim bir cümle veya fikir var mı?  Pavyon öyküsü için de notlarıma başvurdum, evet vardı bir şeyler. Çalışma hayatımızın ilk yılları, maaşlar yeni alınmış, toplanmışız arkadaşlarla. Pişti oynamıştık galiba. Epey geç bir vakit… Arkadaşlardan birinin diğerine bir lira ödemesi gerekti. Bozuk parası olmadığı için veremiyor. Maaş günü ya, hiçbirimizde de bozuk yok. İş eğlence olarak başlayıp inada bindiği için de kimse geri adım atmıyor. “Ben anlamam, kumar borcu namus borcudur, bozdur paranı borcunu ver” takılmalarından “Bu saatte neresi açık olur ki?” sorularına, oradan “pavyon açıktır, pavyona para bozdurmaya gidelim” aşamasına gelindi. Ben cılız bir “otogar da açıktır” dedim ama duyulmadı bile. Ve pavyona para bozdurmaya gidildi. Eğlenceli bir öykü çıkmış o geceden. Notlarımın arasında buldum, ama beğenmedim onu. Başka bir öykü yazayım istedim. Öykünün gerisi bir sürü çağrışımla geldi: Adana’nın farklı bir pavyon kültürü olduğu bilinir. İflah olmaz bir türkü tutkunu olmama rağmen “Adanalı Santana” lakaplı müthiş gitarist Kurtuluş Türkgüven’in seslendirdiği “İstanbul Sokakları” şarkısını çok severim. Eski Türk filmlerini, o filmlerdeki naif havayı hatırlatır bana. Kurtuluş’un sahne hayatı Adana pavyonlarında dönemin ünlü şarkıcılarına gitar çalarak başlamış.  55’inde kaybettik onu, kanserden... Tedavisi sürerken çekilmiş kısa bir video izlemiştim. Adına gece düzenlenmiş, hastalığı süresince gördüğü ilgiye şaşırmış, onu anlatıyordu. “Bu kadar sevildiğimi bilmiyordum,” dedi. Öyle mahzun söyledi ki, içime oturdu. Bir öyküde Kurtuluş’un adı anılsın istedim.  Pavyonda geçen bir olayı kurgularken sahnede Kurtuluş’un gitar çalmasını da ekledim anlatıya. “Sol Anahtarı” isimli öyküm çıktı ortaya.

Gürcüceye çevrilmiş eserleriniz ve aynı zamanda sizin çevirileriniz var. Bu dille bağlantınız nedir?

Gürcü dilinin konuşulduğu bir evde doğdum. Annem, babam Gürcü... Ailemiz 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Batum’dan göç etmiş. İlkokula başlayana kadar Türkçeyi çok iyi bilmiyordum. Okulda öğrendim diyebilirim.  Ama çeviri yapmak, Gürcü edebiyatından eserler okumak için evde konuştuğumuz Gürcüce yeterli değildi. Daha çok konuşma dili düzeyindeydi ve günlük hayatı devam ettirmeye yetiyordu sadece. Gürcü alfabesini, Gürcüce okuma yazmayı daha sonra kendim gayret ederek ve çalışarak öğrendim.  Fransız dili ve edebiyatı mezunu olarak çalıştığım kurumda Fransızca teknik çeviriler yaparken kendimi Gürcü şiirlerini, Gürcü öykülerini Türkçeye çevirirken buldum. Sonuçta herhangi bir dilde anlayıp sevdiğiniz metinleri, yine çok sevdiğiniz başka bir dile, Türkçeye aktarıyorsunuz, çok zevkli bir uğraş. Önce kendim için yapıyorum, sonra Gürcü edebiyatını merak edenler için… 

 

Türkçe ve Gürcüce olarak iki dilde yayınlanan Pirosmani yayın hayatına devam ediyor mu?

Ne yazık ki, yayın hayatına devam edemedi Pirosmani dergisi. Üç ayda bir yayımlanan dergimizin finans sorununu aşamadık maalesef. Kalitesinden de ödün vermek istemedik ama devam ettirmeye koşullar elvermedi. Dergi çıkarma işi çok meşakkatlidir. Çok özveri ister. Dergi için arkadaşlarımızla birlikte fedakârca çalıştık. Ama gönül birlikteliği bir dergiyi uzun yıllar ayakta tutmaya yetmiyor, önünde sonunda finansman sorunu yakasına yapışıyor derginin. Güzel bir çalışma, güzel bir anı olarak kaldı Türkçe-Gürcüce iki dilde yayımlanan Pirosmani dergimiz. 

Son olarak eklemek istediğiniz tavsiye ve dilekleriniz var mı?

Teşekkür ederim bu söyleşi için. Dergi işi zordur dedim az önce. Bu zorlu süreçte bütün engelleri kolaylıkla aşmanızı dilerim.

Kevser Ruhi Kimdir?

Balıkesir'in Gönen ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Okulu Gönen'de, liseyi Tekirdağ Öğretmen Okulu'nda okudu. Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümü 1983 yılı mezunudur. 1995 yılında başladığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğrenimini özel nedenlerle tamamlayamadı.
İlk kitabı “Kehribar Kadınlar” (Alkım-2004), Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği tarafından ilk kitaplar arasında düzenlenen Öykü Yarışmasında "Seçici Kurul Özel Ödülü" aldı.
İkinci kitabı “Saçları Deli Çoruh”tur. (Gürer-2009) “Renkli Türkçe Sinemaskop” (Koza-2011) ve “Renklerin Oyunu” (Koza-2012) isimli iki çocuk kitabı vardır.
Çocuklar için Cengiz Aytmatov’un hayatını konu alan “Bozkır Masallarının Gölgesinde” isimli baskıya hazır biyografik roman çalışması bulunmaktadır.
Kadın Öykülerinde Karadeniz (Sel-2009); Geçmişi Silinen Kentler (Cumhuriyet Kitapları-2011); Kadın Öykülerinde Doğu (Sel-2011); Kızlar ve Babaları (Paradigma-2011); Öyküden Çıktım Yola (Aylak Adam-2014) gibi on iki ortak kitapta öyküleri ve yazılarıyla yer aldı.
Editör olarak yayına hazırladığı kitaplar, belgesel film metinleri, biyografik film senaryoları, şiir çevirileri gibi çalışmaları vardır. Macahel Dergisi ile Türkçe ve Gürcüce iki dilde yayımlanan Pirosmani dergisinde editörlük yaptı. Gürcistan Hükümeti tarafından Gürcü Kültürüne katkı yapanlara verilen Altın Post Devlet Nişanı sahibidir.
Ankara’da yaşıyor.

Web sayfası: www.kevserruhi.com


 

Sayfa : 3