...
Başlık : Abdullah Ataşçı ile Söyleşi:
Yazar : Gülçin Göktay

  • Sevgili Abdullah Ataşçı, öncelikle Bulut Yazar Dergisi olarak, sizin senaryo danışmanlığını yaptığınız,  Faysal Soysal’ın yönettiği Ceviz Ağacı Filminin, 6.Bremen Film Festivalinde aldığı ‘En iyi Edebiyat Filmi’ ödülü nedeniyle sizi yürekten kutluyoruz. Bu konuda birkaç cümle söylemek ister misiniz? Sizin için nasıl bir deneyim oldu? Edebiyat-sinema ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

          Çok teşekkür ederim. Ceviz Ağacı filminden önce de sinemayla ilgili bazı ufak tefek çalışmalarım olmuştu ama Ceviz Ağacı’yla gerçek bir sinema deneyimini yaşadığımı söylemeliyim öncelikle.
         Senaryosunu genel hatlarıyla Faysal Soysal yazmıştı zaten. Ben, o ve Beşir Sevim, iki ay boyunca daha iyi olması için yoğun bir çalışma yaptık. Özellikle diyaloglar ve dönem özelliklerinin karakterler üzerinden yansıtılması üzerinde çalıştık. Ana kahramanımız Hayati’nin hem bir yazar hem de bir öğretmen olması oldukça ilgi çekiciydi ve onun üzerinden baba – oğul, anne – oğlu ilişkisi, toplumsal değişimler, mahalle baskısı, sanatçının yalnızlığı üzerine çokça kafa yorduk. Sonunda da hakikaten üçümüzün de içine sinen bir senaryo ortaya çıktı. Serdar Orçin başta olmak üzere oyuncuların performansları da buna eklenince içimize sinen bir film yaptığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.
         Türkiye’de hemen hemen bütün büyük festivallerde gösterildi filmimiz. Bunlardan bazılarında ödüller de aldı ama şunu gönül rahatlığıyla ifade edebilirim ki çok daha büyük ödüller almayı da hak ediyordu. Bu arada Moskova ve Cannes gibi önemli festivallerde de gösterildi ve sizin de değindiğiniz gibi geçen Nisan ayında düzenlenen Bremen Edebiyat Filmleri Festivali’nde de en iyi film ödülünü aldık. Elbette, emeğinizin karşılığının takdir edilmesi insanı gelecek için de umutlandırıyor.
          Edebiyat ve sinema birbirinden oldukça iki farklı disiplin... Kurmaca edebiyatta olduğu gibi sinemada da hikâyenin önemi yadsınamaz ama sonuçta biri dilsel diğeri daha ziyade görseldir. Edebiyat her zaman için tek bir kişinin aklından, ruhundan, birikiminden damıtılmışken sinema onlarca farklı kişinin kafa kafaya vererek ve teknik imkânları da kullanarak yapabildiği bir sanat sonuçta. Yine de geçmişten bugüne olduğu gibi gelecek zamanlarda da sinemayı en çok destekleyen sanat, edebiyat olacaktır bana göre.

  •  Roman ve öykü türünde birçok esere imza atan bir yazar olmanın yanında, geçmişte Türkiye'nin ilk öykü gazetesi olan Kül Öykü'nün yayın kurulunda yer aldığınızı biliyorum. Benim de ilk öykülerimin yayımlandığı Kül Öykü'nün anılarımda ve kütüphanemde çok değerli, çok farklı bir yeri vardır. Bizi ortak bir geçmişle bağlayan ve eminim sizin için de büyük değer taşıyan Kül Öykü'nün öyküsünden bize biraz söz eder misiniz?

           Kül Öykü’lü yıllar güzeldi. Başta yayın yönetmeni Bilal Kolbüken olmak üzere yayın kurulunda yer alan herkes çocuksu bir telaşla, coşkuyla çalışıyorduk. İyi bir öyküyle karşılaşınca hepimiz heyecanlanıyorduk. Mümkün olduğu kadar yeni isimlere sayfalarımızı açmak istiyorduk. Yola yeni çıkan bir yazarın, ilk öyküsünün yayımlanmasında yaşayacağı heyecanı, bizler de öncesinden yaşadığımız için bunu yakından biliyorduk. Zor şartlarda dergiyi, her ay yetiştirmek için yoğun şekilde çalıştık. Sonra bir gün geldi, hiçbirimizin enerjisi kalmadı ve yayın hayatına son vermek zorunda kaldık. Bence her yazarın, hayatının bir döneminde kısa da olsa bir derginin mutfağında olması gerekir.             

  • Son öykü kitabınız olan “Susmak Derdi”, 2019 yılında yayımlandı. Etkilenerek okuduğum kitabın her öyküsünün başlığı, farklı bir yıl, bir isim ve bir şehir üçlüsünden oluşuyor. Öyküler bir araya toplanınca Türkiye'nin yakın tarihimizdeki siyasi ve toplumsal/sosyolojik panoraması bir yapboz gibi ortaya çıkıyor sanki, ne dersiniz? Sizce de öyle mi?

           Susmak Derdi’nin benim yazarlık hayatımda hep özel bir yere sahip olacağını düşünüyorum. Yaşadığım bu coğrafyanın dile gelmemiş sorunlarına hikâyeler kurarak gönül borcumu ödememin yanı sıra, belki de ilk kez ne yapacağımı bilerek, yani bir şekilde kitaptaki her öykünün sınırlarını önceden çizerek yola koyulmamla ilgilidir böyle düşünmemin nedeni… Evet, Türkiye’nin son yüzyıllık dönemine bir projektör tutmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Elbette, projektörün aydınlattığı alan, ışığının sınırlarına kadar uzanıyor ancak, oysa ötelerde karanlıklarda kalan, görülmeyen, yok sayılan daha pek çok insanın hikâyesi var   . Acıların, suskunlukları büyüttükçe artırdığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Suskunluklara, sağır olmak da bir yerde zulme ortak olmak değil midir? Yazarın olanlar karşısında suskun kalmasını kabul etmek mümkün değil. Edebiyatın sınırları içerisinde yazarın bu dertleri göstermekle de mükellef olduğuna inanıyorum.

  • Kitabın arka kapak yazısında; “Susmak Derdi zamanın azabında bu coğrafyanın ruh atlasında bir gezintiye çıkarmak istiyor okuru.” yazıyor. Ben bu kitabın nasıl kurgulandığını merak ediyorum. Kitabı baştan planlayıp kurgulayarak mı oluşturdunuz, yoksa yolda mı karar verildi, ya da en sonunda öyküler bir araya gelince mi ortaya çıktı bu panorama düşüncesi?

          Toplu Öyküler olarak Kimse Bilmesin’i yayımladıktan sonra bir daha kolay kolay öykü yazamam diyordum kendime. Bunun için de uzun zamandır yazmayı planladığım, üzerine notlar aldığım yeni romanım için hazırlık yapıyordum ki hiç de hesapta olmayan bir şekilde Emin öyküsü çıkıp geldi. O öyküdeki olayların büyük çoğunluğu gerçekti ve beni çok etkilediğinden bunu mutlaka yazmalıyım, dedim. Kitaptaki en hacimli öykü de odur zaten. Derken, kırk yılda bir ancak bir araya gelebileceğim insanlarla bulunduğum ortamlarda bana öyle şeyler anlattılar ki bunları da mutlak surette yazmam gerektiğine inandım. Böylelikle Kutay ile Aykut, Mazlum ve Mıhmığ öykülerini de yazmak boynumun borcu oldu. Her öykünün farklı bir zaman ve mekânda geçmesini planlayınca Meryem, Fatma, Resul,Sarkis, Samirra ve Lena öykülerini de onlara ekledim. Bu öyküler tamamen kurgu ama Türkiye’deki acı olaylardan yola çıkarak yazıldığı için de bir o kadar gerçek. Bu açıdan baktığımızda bir Türkiye anlatısı diyebiliriz elbette.

  • Kitabınızda bu coğrafyanın hikâyesinin de kendini tekrar ederek büyüdüğü, “Susmak Derdi”nin buna bir itiraz olduğu söyleniyor. Bu bir itiraz mı yoksa gerçeklerin dillendirilmesi mi diye düşünüyorum. Gerçekten insanlar umarsız, çıkışsız, bazen denedikleri ama beceremedikleri çıkışları oluyor, ancak kendilerince yapmaya çalıştıkları bu çıkış denemeleri yüzlerine gözlerine bulaşıyor. İnsan, bazıları için hiç mi umut, hiç mi çıkış yolu yok bu coğrafyada diye düşünüyor. Ama en son öyküyü çok sevdim: Ötekileştirilen ve günah keçisine dönüştürülen Suriye göçmenlerinin yaşadıkları sorunlar ve çevre tarafından algılanma biçimleri, Samirra'nın dilinden çok güzel anlatılmış. Ayrıca içten içe bir inanç sorgulaması var Samirra’nın. Aynı dili konuşsalar da insanlar arasında iletişim kurmanın ne kadar zor ama bazen de ne kadar kolay olabileceğini anlatıyor, zaten öykünün sonu da iki masum çocuğun arkadaşlığı ile insanın içini ısıtıyor. Öyküyü bana göre diğerlerinden ayıran, okura verdiği bu sıcaklık ve iyimserlik duygusu. Bu öykü için neler söylemek isterdiniz?

           Samirra kitabın son öyküsü… İlk öyküde hiçbir zaman tanımayacağı insanlarla savaşmak zorunda kalarak köyünden çıkıp savaşa giden asker kocasının öldüğünü bile bile onu her gün aynı yerde, aynı saatte ve aynı uzaklığa bakarken bekleyen Rukiye’yi anlatınca son öyküde de yaşadığımız bu günlerin acısına denk gelecek şekilde, yolu bu coğrafyaya istemsizce düşmüş Samirra’yla bitirmek istedim. Samirra öyle mutsuz ki sürekli Tanrı’ya konuşmak zorunda kalıyor. Halep’te yaşadığı acıları sorgularken, yurt edinmek zorunda kaldığı bu yeni coğrafyada da yaşadıklarını sorgulamaktan geri kalmıyor. Tanrı’dan başka konuşacak hiç kimsesi yok ve onunla da öfkesini göstermek ya da dalga geçmek için konuşuyor. Öykü sanki çok acıklı bitecekmiş gibi bir his de veriyor sanırım. Ama böyle bitsin istemedim. İçinde umut da olsun, dedim ve umut demek bence çocuk demek, çocukluk demek. Çocukların yetişkinlerden çok daha duyarlı, vicdanlı olabildiklerini yıllarca içlerinde bulunduğumdan yakından biliyorum. Onların başkalarını hiçbir zaman ötekileştirmediklerine de şahidim. Evet, bazen ağız dalaşı yapmıyor, feci şekilde öfkelenmiyor ya da kavga etmiyor değiller, hatta bütün bunlardan sonra sanki bir daha birbirleriyle hiç konuşmayacaklarmış gibi küsebiliyorlar da ama bu küskünlük en fazla birkaç saat sürüyor. Sonra her şeyi unutup yeni baştan kurabiliyorlar arkadaşlıklarını. Zaten başka birini ötekileştirme, aslında kişinin kendinden kaçışın, insan yerine konulmamışlığın tezahürü olarak ortaya çıkan bozuk bir davranış biçimi değil mi? Çocukken başka bir çocuğu koşulsuz sevebilmiş insan, büyüdüğünde başkalarından neden nefret eder, anlamak mümkün değil. İşte bu yüzden ötekileştirmenin sonradan öğrenilmiş ve aslında kendinden kaçmanın bir yolu olarak ortaya çıktığına inanıyorum. Çocukların, yeni baştan kuracağı bir dünyaya ihtiyacımız olduğunu biliyorum. Bunun için de öykünün sonundaki gibi Keçiören’li çocukla Halep’li İbrahim’in arkadaşlığına ihtiyacımız var öncelikle…

  • “Coğrafya kaderdir” sözü İbni Haldun'un Mukaddime eserinden beri çok fazla dile getirilen, tartışılan ve geçerliliği sınanan bir konu, bu saptamanın aksini savunanlar da var. Sizin öykülerinizin de her biri farklı bir coğrafya ve farklı bir zamanda geçiyor ama kaderler çok da değişmiyor. Son öykünüzde de Samirra'nın ağzından, bazen coğrafyanın değiştiği ancak insanın kaderinin asla değişmediği ifade ediliyor. S  iz bu konuda neler söylemek istersiniz? Coğrafya kaderi midir insanların ve toplumların sizce?

         İçinde kabullenilmiş bir yargı taşıyan hiçbir ifadeyi sevmiyorum. Coğrafya kaderdir, sözü de insanın yenilgiyi baştan kabul etmesini içerir. Bu açıdan zaten sesi çıkmayan insanlar için de kafes görevi görür. Evet, insan bir başkası olamaz ama kendi olarak da büyük değişimler geçirebilir kesinlikle. Geçmişte birbirinden uzak büyük coğrafyalarda insanlar küçücüktü, şimdi sınırlar kalkınca dünya dediğimiz şeyin ne kadar küçük ve insanın isterse ne kadar büyük olduğunu görmeye başladık. Ne var ki insan, bu defa büyük olmak istemiyor. İstese kaderini değiştirmek için ne coğrafyanın ona çizdiği rolü kabul eder ne de herhangi bir dogmayı…
         Yine de gelecekte insanın çok daha güçlü olacağına inanıyorum ve birlikte hareket ettiklerinde de sadece kendi kaderlerini değil coğrafyalarının kaderlerini de çok rahatlıkla değiştireceklerdir.

  • “Meryem” isimli öykünüzde hem Meryem'i hem de eşini kaybeden Hüseyin’i şöyle anlatıyorsunuz: “Sanki hayatın gerçeklerine ilk kez böyle tosluyormuş gibi boynu bükülmüştü. İsyan edesi vardı ama bunu nasıl yapabileceğini hiç kimse ona öğretmemişti.” Cümlenin sonu bana şunu  düşündürdü: İsyan insanın doğasında bulunan içgüdüsel bir refleks midir yoksa sonradan öğretilen bir eylem midir? Bu ve diğer öykülerde insan sosyolojik bir sorunsalla iç içe buluyor kendini. Ülkemizdeki özellikle kırsal kesimdeki baskıcı toplumsal ve siyasi yapı, ailede başlayan itaat ve korku kültürü ve güç ilişkilerini düşündüğümüzde, isyanın, direnmenin, mücadelenin koşullarının neden oluşmadığını sorguluyor; bir yandan da seziyoruz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir acaba?

           Ebu Zer el-Gifari’nin “Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” sözü, insan hakkında söylenmiş en güzel sözlerden biridir bana göre. İsyan hakiki bir erdemdir hiç kuşkusuz. Tarih boyunca hangi isyan haklı bir nedene dayanmıyor ki zaten. Bütün ezilenlerin isyan etme hakkı vardır ama bunun için ezilen insanın önce ezildiğini anlaması gerekir. Hüseyin, sanırım ezildiğini bildiği halde bunu anlamlandıramıyor daha, çünkü kendisinden öncekilere, kendisiyle aynı şartlarda yaşayanlara bakıyor, onların öyle bir derdi yok ve daha acıklısı isyanı öğrenmiş olsa, ezenlere karşı sesini yükseltebilecek ama öğrenemediğinden, üzerinde iktidar olabileceği tek kişi olan Meryem üzerinden var ediyor kendisini.

  • Fakültede öğrendiklerim, hayatta edindiğim deneyimlerle de pekişince, iletişimin her zaman güçler arasında var olduğunu, konuşmanın ya da konuşan tarafın iktidarı ve gücü,  susmanın ise yönetileni, ezileni, itaat edeni temsil ettiğini gösterdi hep. Bu bağlamda, kitabınızın ismi “Susmak Derdi”, çok anlamlı gerçekten. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

          En büyük haksızlıkları yapanların seslerinin her zaman daha çok çıktığını görürüz. Hatta, zulüm edenlerin, zulüm ettiklerine zalim; fakir fukaranın parasını gasp edenlerin, dönüp onlara hırsız; yalan söyleyenlerin, dürüstlere yalancı diyebildiği bir zamandan geçiyoruz. Kitabımın adındaki “susmak” aslında bunları görüp de sesini çıkarmayanlara, “dert”se o acılara maruz kalanların yaşadıkları nice olay için söylenmiştir.
          Bir gün ne olursa olsun, dertlere tanıklık edince susmayacak büyük insan toplulukları olacaktır ve o zaman ezilenlerin öfkesinden zalimler kaçacak delik arayacaktır kesinlikle…

  • Bir söyleşinizde “Söz konusu edebiyat olunca inancımı, ideolojimi, sevdiğim veya sevmediğim insanları bir tarafa bırakıyorum. Çünkü edebiyat dediğimiz şey metnin kendi dünyasında gerçekleşir, orada gerçek dünyaya bire bir yer vermemek gerekir. Metinlerimde iyi-kötü bütün kahramanlarımı anlamak gibi bir derdimin olduğunun bilincinde olarak hareket ediyorum.” Diyorsunuz. Çok güzel bir ifade… Öte yandan, öykülerde ülkemizin ya da coğrafyaların gerçeklerine ayna tutuyorsak, bu mümkün mü gerçekten?

    Öykü veya roman yazan biri için bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum. Metnin kötü kişisini anlamadıktan sonra onun neden kötülük yaptığını bilemeyeceğimiz gibi iyilik de sırf bir duyarlılıktan kaynaklı olarak üzerine düşünemeyeceğimiz, içe dönük bir duygu hâli değil sonuçta. Günümüzde bazı yazarların edebiyatı bir intikam aracı olarak kullanmak gibi bir gaflete düşebildiklerini görebiliyoruz. Bu hem çok acıklı bir durum bana göre hem de basbayağı kendisine ve önceki metinlerine bir kötülük... Örneğin, yazar gerçek hayatta birine söyleyemediği şeyi karakterine söyletebiliyor. Aslında karakteri, başka karakterlere söylemiş olmuyor bunu, orada yazar konuşuyor ve bu da metnin değerini zayıflatıyor. Yazar ne yazıyorsa onun sınırları içerisinde kalabilmelidir bence. Birine bir şey diyecekse edebiyata sığınarak yapmamalıdır bunu. İletişim aygıtlarının haddinden fazla güçlü olduğu bu dönemde bunun pek çok yolunu bulabilir. Çok sayıdaki iletişim aygıtını kullanamayıp da metnindeki karakteri sözcüsü olarak seçtiğinde, gerçek hayattaki insanlar kadar edebiyata da hile yaptığını bilemeyecek kadar çaresizleştiğini fark etmiyor bile. Edebiyatımızda bunun öyle çok örnekleri var ki…

  • Son olarak sizin söylemek, eklemek istediğiniz bir şey var mı?  

        Dergilerin edebiyatımız için oldukça kıymetli olduğuna inanıyorum. Sizin de bu değerli çabanız takdire şayan kesinlikle… Umarım enerjiniz asla bitmez ve Bulut Yazar Dergisi daha uzun zamanlar yayımlanmaya devam eder.

  • Sevgili Ataşçı, söyleşi için dergimiz adına çok teşekkür ediyor, başarılarınızın devamını yürekten diliyoruz

         İncelikli okumalarınız ve değerli sorularınız için ben teşekkür ederim.

 

 

 

 

Sayfa : 4