...
Başlık : K.A Diye Biri
Yazar : Nurcan Balıbey

Kararlı dört kişi biraz korku, biraz tedirginlikle içeride dolaşıyordu… herkes yeterince gergindi. Dolaşırken, attıkları her adım tedirginliklerini daha derinleştiriyordu. Ben omzumu çürüten,  yükün altında ezildiğime aldırmadan işimi yapmaya çalışıyordum. Böyle, zamanlarda dedektif romanlarındaki kahramanlar gibi gerçeği ortaya çıkarmak için aksiyon peşinde buluyordum kendimi.

               Biraz sonra içeri çağrıldıklarında, peş peşe endişeli adımların atıldığı ortamda buz gibi bir hava esti. Sırayla içeri girdiler.

              Duruşmanın sona ermesini beklerken onlarla yapacağım röportajın sorularını zihnimde döndürdüm durdum. 

               İçlerinde biri vardı ki, en masum bakan oydu, ‘ne sorsam yanıtlar’ diye düşündüm. Salondan çıktığında, yanına yaklaştım;

               “Mahkeme nasıl geçti, davayla ilgili neler söyleyebilirsiniz?” dedim, mahzun bir halde anlatmaya başladı;

              “Olay akşamı görevde olan dört memurduk. Hâkim, birçok suçu saydıktan sonra, dördümüze birden sordu… ‘Söyleyecek bir şeyiniz var mı?’ diye. İlk ben elimi kaldırdım söz istedim.

              “ ‘Sayın Hâkimim, Reisim yani.’  Bu arada kimin kim olduğunu da bilmiyorum! Hayatımda ilk defa mahkeme görüyorum.

              Dedim ki, ‘Burada bana gelen evrakta hıı! Neydi adı?.. İddianame. K.A diye biri var. Kim o? Tanımıyorum,’ baktım kürsüdekilerin hepsi pür dikkat dinliyor, devam ettim… ‘Kim olduğunu bilmediğim bu adam bana altı- yedi suç yüklemiş. Bu suçları işlediğimden haberim yok. O nereden biliyor? ’ O anda hepsi birden gülmeye başladı. Ne olduğunu anlamadım. Söylediklerim buydu.” Diyerek konuşmasını sonlandırıyordu. Öylesine şaşkın, saf bir halde anlatıyordu ki, zihnimde aklandı.

              İddianamede sayılan suçları o savcıya sorsalar, bunları ispatlayabilir miydi? Savcı dediğin gider delil toplar, diğer ülkelerde olduğu gibi. Bizde polis delil topluyor. İcabında sorguda işkenceyle, eziyetle zorla suçu kabul ettiriyor. Hatta bu sorgularda ölenler bile oluyor.

              Yazacağım öyküyü kurgularken sessiz bir yolda yürüyorum. Nietzsche de eşsiz bir yürüyüşçüymüş. Yürümek onun külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da refakatçisi. Acılarına derman olsun diye başladığı uzun yürüyüşler kaderini çizmiş. Unutmak için başlayan uzun yürüyüşlerde kendisiyle sohbet ediyor, aklını sayfalara aktaracağı düşüncelerle dolduruyor, hayal kuruyor, yeni bir bakışa kapı açıyormuş.

              Aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değilmiş. Onun kitapları havasız, karanlık kütüphanelerin küf ve mürekkep kokusu ile değil; dağların ferah havası ile irtifa kazanan, güneşin keskin ışığı ile aydınlanan, sabah esintileri, kayalıkların buz gibi soluğu ile nefes alan zinde bir bilgeliğe sahipmiş.

               Oturup kalmış, kamburlaşmış bedenle değil; güneşe maruz çiçek gibi ince kollarıyla, gergin bacaklarıyla yürüyen bir bedenle tasarlarmış yazacaklarını. Bu yüzden hareketten doğan bir düşünce, muhakeme ve karardan ibarettir eserleri, başkalarının düşünceleriyle ağırlaşmamış.

              Öyküme döneyim ben yine…

              Ülke gündemine oturan yeraltı dünyasının son kabadayısı olarak bilinen bir mahkûm cezaevinden firar etmiştir. Olayın gerçekleştiği gece; üç memur yemek yerken, dördüncüsü mahkûmu sırtında taşıyarak dışarı çıkarmış olabilirdi. Kameralar görüntü almış olsa da ufak tefek bir adam olan firari, memurun üzerine giydiği pelerinden sırtında biri olduğunun anlaşılmasını olanaksız kılmıştı belki de... Zihnimde canlandırdığım bu sahneden sonra, röportaja yöneleyim.

              Salondan çıkan diğerleri de, kameraya konuşmaya kararlı biraz korku, biraz tedirginlikle dolaşıyor sıranın kendine gelmesini bekliyordu… herkes yeterince gergindi…

 

                                                                      

Sayfa : 14