...
Başlık : Bozkırın Uzak Bahçeleri
Yazar : Betül İğdeli

Yapıtın girişinde yer alan epigramlardan Şükrü Erbaş’ın yolculuk şiiri ile öykülerin geçtiği mekanlarda zamanın mevsimlerle nasıl değiştiği insanların sevinçleri kederleri içindeki ayrıntıların yaşamlarına nasıl yansıdığının bir panoraması çizilir. Sanatı bir bütün olarak gören yazarın ressamlık yeteneğini de sözcüklerle çizilen manzaralarda görürüz. Kırsal yaşamda seksenli yıllar öncesinin mahallesini de içtenlikle anlatırken ayrıntılı iç mekan betimlemeleri de ve özenli bir dille yapılır.

          Çocukluk ve gençlik yılları Yozgat’ta geçen yazar Ethem Baran, mahalle ve köy yaşamındaki seksenli yıllar öncesinin arkadaşlık, oyunlar, paylaşıma ve özveriye dayalı değerlerin yitirilmesini ince duyarlıkların Şairi Gülten Akın’ın dizelerinde gösterir.

“biz azaldık ” dedim.”dünya eksildi”
çapaklar kılçıklar temizlendi aramızda
uzaklık mı gerek peki, aşk nerede
“aşk sessiz dolaşır” dedi o
“bir yerlere yağmur yağıyordur , öyle”
Eksilenleri, topladım işte, hepsi
Geride pek az bir şey kaldı.

Girişte üçüncü epigraf yine Yozgatlı bir yazar olan Abbas Sayar’a aittir. Ressam mı yazar mı olacağı konusunda karar veremeyen Ethem Baran’ın  şehirde örnek  alabileceği bir ressam bulunmadığından, Abbas Sayar onun idolü olur. Tanışmaya cesaret edemediği uzaktan izlediği Sayar’ın tüm yapıtlarını okumuştur.  Bu yapıtla kentlileşen Türk edebiyatının  yer vermediği, taşra kentleri ve köylerinin yaşamı on iki öyküde  içten ve ince bir dil işçiliğiyle işlenmektedir.

Anka adlı ilk öyküyle birlikte daha en başında noktasız, uzun cümleler, kendi içlerinde ayrı öyküleri çağrıştırırken noktasız virgülsüz tümceciklerle süren betimlemeler sınırsızlığı, bozkırın nihayetsiz  biteviye uzanan  bozkırın uzamını hissettirir. Ağaca çıkarak çevreyi tanrı bakış açısıyla aktaran çocuğu gören minarede Müezzin İsmail Hakkı Efendinin minarenin açık kapısına yönelmesiyle öykü biter.  İran mitolojisinin  klasik edebiyatımıza yansıyan Ankanın efsanelerinde  çocukları koruması nedeniyle, minaredeki çocuğu kurtarması, olayı korkuyla seyreden tüm çocukların ortak dileğidir. Böylece “Minareden Düşeni Herkes Hatırlar” öyküsüne de bağlaşıklık sağlanmaktadır.

Minareci Memmet Efendinin adının yerel olarak sesletilmesi öykünün kahramanına  sahicilik kazandırmaktadır.  Minareden düşerken, parçalanarak öleceğini bildiğinden hem kendi yaşamını gözden geçirecek  hem de onun çevredekileri tanrı  anlatıcı olarak görmesi duyması ve düşüncelerini okumasını sağlayacaktır. Etrafında yaşayan yaşlıların günlük yaşamı, çatı onaran ustanın ve ev sahibinin ruh halleri, etrafta oynayan cin fikirli çocukları  görür. Aşağıda kendi çocukluğuyla karşılaşırken, birdenbire büyüyüp kocaya varan kızını, köyden kaçıp şehre yerleşen oğullarını düşünür.

Çocukluğu anasının gelin sandığında sakladığı elmaların kokusudur, onu ve hiç beklemediği bir anda  karısının ölmesini hatırlar. Çocukluğuna özlemiyle kokması için onların  gelin sandığında elma, kayısı ve erik  saklar, yıkanmamış çarşafların soğuk sertliğinde yatarken  geceleri bitmek bilmez. Yaşlılardaki yalnızlık duygusuna işleyen diğer bir öykü  “Kuşları Yolunan Gökyüzü” öyküsüdür.   Burada öykü kahramanı bir insan değil bir güvercindir. Güvercini besleyen çocuğun dedesi burunsuz Nezih, güvercinin eşini boğazlayan kediden  öcünü alırken zavallı hayvanı kapı arasına sıkıştırarak öldürür. Yaşlı adam kendisini horlayan  yaşamındaki insanların kendisini ezmesinin hıncını kediden  çıkarmaktadır.

Yalnızlık ve terk edilmişliğin en yoğun olduğu “Issızlık Oyuğu” öyküsünde,  annesinin mezarının başında bekleyen Deli Mevlüt’ ü görürüz. Yağmurun altında neden ıslandığını soran insanlara yağmurun  toprağı tozuttuğunu  söylediğinden deli diye gülüp geçerler.  Halbuki annesi ona her yağmur damlasında yeryüzüne bir meleği indirdiğini söylemiştir. Onun ölümünden sonra yalnız ve kimsesiz kalan Mevlüt toprağı delik deşik eden yağmurun toprağı tozuttuğunu görür. Bunu kaçıp saklanan meleklerin yaptığını düşünür. Hiçbir zaman yakalayamadığı  melekleri gördüğü müjdesini annesine  verebilmek için yağmur altında ıslanır. Mezarın başından ayrılmadığından onu koruyan komşuları Mobilyacı Sıdık ustanın yaptığı tahta kulübeye bile girmez… Mevlüt ancak annesine kavuşacağı  yağmurlu günde tabutunda ıslanmaktan kurtulacaktır.

Ethem Baran’da yoksul insanların çaresiz anlatılması izleği öykülerinde belirgindir. Bozkırın yoksul insanlarında da   karşılaştıkları sorunları tevekkülle karşılayan taşradaki sessiz insanları görürüz.” Tuğla Ocağı “öyküsünde de çocukluğunu yaşayamayan çocuk işçilerin trajedisiyle karşılaşırız. Tuğla ocağı, geceleri kabus olup rüyalarına çöker, yorgunluklarını  üstlerinden atamadan saat  beşte kalkarak işe gitmek zorunda kalırlar.  Daha gün ağarmadığından sokak lambaları yanarken  nefislerini köreltmek için yiyebildikleri yoksul sofralardaki birkaç lokma ile evden ayrılırlar. Sabahın ayazında ceketlerine gömülmüş  on ila onbeş yaşta  çocuklar balık istifi traktör römorklarında taşınırlar.

Ocağa gelmek istemeyen çocuklar, bozuk ta olsa yolun uzamasını, arabanın bozulmasını düşlerlerse de yol bitecek tuğla ocağının yakıcı toprağına ayak basacaklardır. Her günkü yorucu tempo onları beklemektedir. Çocuklardan daha büyük olan  işçiler kalıpçı ustalarıyla çamurculardır. Tuğlaları ocağa yerleştiren de çocuktur, ağırlığı altında ezildikleri kızgın tuğla parçalarını sırtlarında semerle taşıyanlarda. Yarım saatlik çalışmaya mecalleri olmayan çocuklar ancak kendi getirdikleri azıklarını yerken öğle molasında dinlenebileceklerdir. ”Dört gözle beklenen mola, serin bir uykunun kıyısında adeta başlamadan biter. Artık akşamın olması mümkün değildir.”

Yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına dönüşü ve bunların yanısıra kırık aşklar ve yalnızlık izlekleri “Bozkırın Uzak Bahçeleri” ile kendi içine kapanmış kıstırılmış taşranın derinliklerindeki gizil güç ve gündelik yaşamdaki atmosfer usta bir dil inceliğiyle sergilenir. Kentleşme olgusuyla ülkenin taşraya dönüştüğü yılları anlatırken hem taşra hem de kent  insanları yaşayamadığı aşklarını nostalji özlemi içinde hatırlarlar. Kentin sesini de  “akvaryum “, “ yarım saat ihtiyaç molası” öykülerinde   hem taşra hem de kentli insanların anılarında duyarız.

 Bahtin ‘in Dostoyevski romanlarında duyduğu karnavalın sesini  Ethem Baran’nın öykülerinde de buluruz. Yazarın da ifade ettiği gibi “Taşra bütün olumsuz çağrışımların yanısıra bu ülkenin neredeyse tamamıdır” ve ”taşranın tekdüzeliği, dar ufku  kısıtlılığı sıkışmışlığı her yere “ dağılmaktadır. Edebiyatımız kentlileşirken köylerin boşaldığı, büyük şehirlerimizin  taşralaştığı günümüzde yoksul ve çaresiz insanlar Ethem Baran’ın kalemiyle Orhan Kemal, Yaşar Kemal’lerin çizgisinde edebiyatımızda yerini almaktadır. İçinde yaşadığımız kentlerin katmanlarında birbirine değmeden yaşayan insanların sesini duyurmaktadır.

KAYNAKLAR:

Ethem Baran, “bozkırın uzak bahçeleri”, İletişim Yayınları 2014
Erdem Öztop ,”Ethem Baran’la öykülerini ve ‘Bozkırın Uzak Bahçeleri’ni konuştuk” Cumhuriyet kitap eki- 13 Nisan 2006          https://kayiprihtim.com/inceleme/bozkirin-uzak-bahceleri-ethem-baran/

Sayfa : 6